
Filmden önemli sahnelerin sürrealist bir şekilde anlatıldığı prolog kısmı, arka planda eşlik eden müziğin de etkisi ile daha ilk dakikalarda kişiyi ürpertiyor. İki bölüm halinde izlediğimiz Melancholia’nın ilk bölümü kız kardeşlerden küçük olan Justine‘in odağında geçiyor. Evlilik hazırlıklarının ardından düğün günü gelen Justine’in içine kapanık, sorunlu tavırları ile başlayan, yönetmenin her filminde kendine yer edinen aile içi problemler patlak veriyor. Birbirine karşı fazla dürüst olmayı başaran aile bireyleri arasındaki yıkımla başlayan kıyamet, Justine’in kariyeri ile alakalı olanlarla devam ediyor. İkinci bölüm Claire‘de ise evli ve oğluna düşkün, ideal kadını oynayan diğer kız kardeşe odaklanıyor film. Biz, Claire’in öyküsünün kısa bir kesitini izlerken Melancholia isimli gezegen de dünyaya yaklaşıyor.
Kıyamet filmleri deyince yüz binler, milyonların odakta olduğu yapımlar aklımıza geliyor. Bunlardan farklı olarak Melancholia ise kuş uçmaz-kervan geçmez bir malikanedeki kendini dış dünyadan soyutlamış/soyutlamaya çalışan dört kişinin hikayesini anlatıyor. Bundan ötürü izleyenlere farklı bir deneyim yaşatan film, olağanüstü şeyleri doğalmış gibi göstermesiyle de ilgi çekiyor.
Filmde, Claire rolündeki Charlotte Gainsbourg, Cannes Film Festivali’nde Justine karakteri ile ödül kazanan Kirsten Dunst‘tan daha başarılı. Bu durumda, Dunst’ın sorunlu kızı oynaması nedeniyle geri planda kalan Claire ve Gainsbourg’un hakkının yendiğini düşündüğümü söylesem yanlış olmaz herhalde. Mükemmel eş John karakteri ile Kiefer Sutherland ise kendisinden beklemediğim şekilde iyi sayılabilecek bir performansa imza atmış. Yönetmenin tarzı gereği en olmadık yerlerde seyircinin yüreğini hoplatan müzikler ise Kristian Eidnes Andersen imzalı.
Melancholia hakkında söylenecek tek bir kelime olsa hiç şüphesiz bu, “ürkütücü” olurdu. Sapık bir yönetmenden, sanatla tekniğin buluştuğu dramatik bir kıyamet filmi izlemek isteyenler için Melancholia kaçırılmaz bir fırsat. Film, 13 Ocak 2012’de ülkemizde vizyona giriyor.